Herkese bir hafta sonra tekrardan merhaba. Ne ara bir hafta geçti farkına varamadım nedense. Yine her zamanki gibi balkonda sokağı izlerken dedim ki, “ulan benim bi’ serim vardı onu hangi gün yazıyordum ben, pazar mı cumartesi mi?”. Bir baktım bugün cumartesiymiş. Ve ben yazımı geçen hafta Cuma günü yazmışım :D. Dedim o zaman kalkıp yazalım bakalım yazımızı.
Bu serinin beni biraz da olsa düzene sokmasını istediğim için hazırladığımı söylemiştim. Az da olsa beni bir şeyler yapmaya zorlamadı değil fakat günlük 50 sayfa hedefime ne yazık ki tekrardan anca dün gece başlayabildim. Gecenin saat 3’ydü, ertelersem kesin daha da ertelerim diye korktum ve dün biraz daha okumaya başladım. 50 sayfa okuyamadım fakat bi 20 sayfasını okudum. Onun dışında eğitim videolarımı da izleyemedim. Belki de Ruby on Rails’i bu hafta öğrenmem gerekmiyormuş herhalde diyip tembelliğimi yine bir bahane ile halının altına süpürdüm. Ama tabii tüm hafta boyunca tembellik etmedim. Çok güzel filmler izledim, çok sevdiğim bir ismi daha yakından tanıma fırsatı yakaladım ve yeni kitaplar aldım.
Bu hafta ne öğrendim?
Her zaman olduğu gibi bu hafta da yeni bir teknoloji veya üper düper bir şey öğrenmedim. Ama bazen oturup düşünüyorum. Büyük değişimler ve bilgiler beklerken, küçük gördüğüm bu yeni bilgiler, beni ben yapan yegane unsurlarmış aslında. Minik minik de olsa bir süre sonra çok fazla deneyim ve tecrübe kazandırdığını fark ettim.
Peki ya bu hafta ne öğrendim? Bilgisayarımda daha farklı bir düzene geçiş yaptım. Aşağıda makale kısmında bırakacağım bir makale ile ajans düzeyinde bir “proje dizin yapısı”na geçtim. Bana ait bir yapı olsun çok isterdim ama onun yerine bu makaleyi otomatikleştirmeyi uygun gördüm :D. İşsizlik işte ne beklersiniz. Projenin BASH kodlarını GitHub üzerinden inceleyebilir, kendiniz de kullanabilirsiniz: omerayyildiz/projectGenerator
Bu projeyi kodlamam da yaklaşık birkaç saatimi aldı, düzeni uygulamam ise 2-3 saat :D. O kadar fazla projem ve dosyam olduğunu cidden tahmin etmezdim.
Daha sonrasında ise sizi Sude ile tanıştırmak isterim. Sude, 13 yaşında bir ortaokul öğrencisi. Kendisi “profesyonel” satranç oyuncusu. Tabii gizlilik gereği bazı bilgilerini sizle paylaşmak doğru olmaz. Ama çok iyi oynadığını belirtmek isterim. “Ne yani, çocuk ve satranç oynuyor” diyebilirsiniz fakat Sude diğer çocuklara nazaran biraz daha farklı. Bir deha yetişiyor desem abartı olmaz sanırım. Kendisini geçenlerde bahsettiğim bir çizim topluluğunda tanıdım. İlk başta bir çocuğa nazaran çok olgun konuştuğunu fark etmiştim fakat o kadar da ilgimi çekmemişti. Ama zamanla topluluk içerisinde diğer üyelerle konuşma tarzı ve hitabeti çok dikkatimi çekti. Zamanında lisede ve çeşitli topluluklarda çocuklara kısa eğitimler verirken, zeki olan çocukların nasıl diğer çocuklardan ayrıldığını çok fazla gözlemliyordum. Bu tür davranışları Sude’nin de sergilediğini fark ettim. Ve nedense elinden tutmak geldi içimden. SDTR’ye davet ettim ve birkaç kişiyle satranç oynamasını istedim. Gece geç bir vakit olmasına rağmen hızlı bir şekilde Lichess linki oluşturup abilerini bi’ güzel yendi. Normalde o saatlerde “uyuyacağım” diyip maçı ertesi gün de yapabilirdi. Tam o sıralarda yine aynı çizim sunucusunda birkaç kişi kendi aralarında satranç oynarken yayın açtılar ve direkt o odaya gelip maçı izlemeye başladı. Odada yaklaşık 10 kişi vardı ve oyunu biraz goygoyuna oynuyorlardı. İşte burda dikkatimi çeken şey ise Sude’nin kulaklığı kapatıp maça odaklanmasıydı. Bir an gözümün önüne Stefan Zweig’ın Satranç kitabındaki Dr. B. geldi. İşte o zaman Sude’nin ilerde çok başarılı bir insan olacağı içime doğdu. Umarım da öyle olur. Yine aynı günün sabah saatlerinde -yaklaşık 3-4 gibiydi sanırım- kendisiyle biraz sohbet ettim. Ben onla sohbet ederken aynı anda ünlü bir satranç oyuncusunun maçını izliyordu. Satranç oyuncularının bu tür adetleri var mıdır bilmiyorum fakat Sude için olan düşüncelerim daha da güç kazanıyordu.
Onun hakkında daha fazla şey anlatmak isterdim elbet ama sanırım bunun için biraz erken. Belki ayrı bir yazıda kendisini daha yakından tanıtmak isteyebilirim, tabii kendisi de izin verirse.
Bu hafta üzerine birazcık düşündüğüm konulardan birisi ise, insanlar kendi potansiyellerinin farkında değil. Buna ben de dahil. Kendi “beceri ve yeteneklerimizi” keşfetmek ve onları geliştirmek yerine kendimizi hep birileri ile kıyaslıyoruz. Geçen gün Twitter’da gezinirken, benim yaşlarımda sürekli iş hayatındaki “task”lardan bahseden, yaşadıkları zorlukları anlatan birçok genç vardı. Bu kişileri görünce nedense bir kötü hissettim. Sonra oturup bi’ düşündüm. Ben bir tasarımcıyım, bir programcı değil. Neden kendimi onlarla kıyaslıyorum ki. Hani neden yani? Ve biraz daha oturup düşündüğümde, kendimi insanlarla kıyasladığım her vakit mutsuz ve yetersiz hissediyorum. Elbette işinde iyi insanlarla kendimi kıyaslamam beni bir şeyler öğrenmeye ve yapmaya daha çok zorluyor fakat kendimi çok yanlış insanlarla kıyasladığımı fark ettim. Geçmişte yaptığım çoğu iş ise, proje ve ürün üretmek. Ürettiğim ve kimi zaman sıfırdan zirveye(?) çıkardığım projelerin hiçbirinde mühendislik tarafında yer almadım. Ama kendimi ürün tasarımcılarıyla değil de mühendislerle kıyaslayınca böyle durduk yere üzülüyorum. Kimi zaman bu yüzden yeteneklerimi çöpe bile attım istemeden.
Bu hafta öğrendiğim demeyelim de bir diğer kafayı bozduğum bir konu var o da Japonya. Japonya’ya gitmek istediğimi daha önce blogumda dile getirdim mi bilmiyorum fakat orada grafik tasarımı üzerine özellikle de kitap tasarımı üzerine yoğunlaşmak hedeflerimden bir tanesi. Dedim ki “Ulan madem şu an gidecek bir maddi gücüm yok, en iyisi daha fazla araştırayım.”. Amazon üzerinden 4 adet Japonya ile alakalı kitap aldım. Fakat henüz okumadım. Okuyup, yeni bir yazı olarak sizlerle paylaşabilirim.
Son olarak, aranızda tanıyanlarınız vardır belki, benim evcil kuşum olan Angry Bird Ebabil birkaç gün önce yaşlılıktan ve biraz da üzüntüden hayata gözlerini yumdu. Daha önce de papağınım olmuştu fakat o öldüğünde küçüktüm, o kadar duygusal bir bağım yoktu. Ebabil öldüğünde birkaç saat çok ağladım. Yaklaşık 3 senedir bizimleydi ve ona alışmam biraz uzun sürmüştü. E tabii alışmanın da ötesinde, onunla bir bağ kurmuştum. Arada gelir monitörüme bakıp giderdi ya da tabletten video izlemeye çalışırdı, sürekli de yaramazlık peşindeydi. İlk defa kalbimde böyle bir sızı hissetmiştim. Dün gece de Hachiko’nun filmini izlemiştim ona da birkaç saat ağladım. Evcil hayvanınızın olması çok güzel bir şey fakat onlardan kopunca çok kötü hissediyorsunuz. Yazıyı yayımlamadan önce son dakika aklıma geldi ve bu Ebabil’e yer ayırmak istedim.
Küçük Bir İpucu
Aşağıda vermiş olduğum ayarlamaları .gitconfig
dosyanıza ekleyerek daha renkli bir görüntüye sahip olabilirsiniz.
[color "status"]
added = green bold
changed = red bold strike
untracked = cyan
branch = yellow black bold ul
İlgimi Çeken Makaleler
- How to properly organize your design files forever - Reinoud Schuijers
- 7 Things UXers Need to Stop Doing…. Immediately - Darren Hood
- A guide to the Modern Minimal UI style - Diana Malewicz
- Color psychology in UX - Kritika Mall
Bu Hafta Satın Aldığım Kitaplar
- Ikigai: Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı - Hector Garcia, Francesc Miralles
- japonya: Modern Bir İmparatorluğun Anatomisi - Serdar Nazım Kölürbaşı
- Japonya Tarihi - James L. Huffman
- Ayın Öteki Yüzü: Japonya Üzerine Yazılar - Claude Levi Strauss
Film Önerim
- Hidden Figures (2016) - #dram #biyografi
- The Professor and the Madman (2019) - #dram #biyografi
- Soul (2020) - #animasyon
Bu Hafta Beğendiğim Müzikler
Pinterest’ten Hoşuma Giden Çalışmalar
Kapanış
Bu yazımın da sonuna geldim. Aslında bu hafta dolu dolu şeyler yazmak istemiştim ama nedense bu hafta biraz hızlı ve boş geçti. Okul tatile girdiğinde hocalarımız bol bol dinlenin dediler ama 1 senedir zaten evde oturuyoruz. Daha ne kadar dinlenebilirim ki :D.
Kendinize ve sağlığınıza çok dikkat edin.
Sevgilerimle,
Ömer Ayyıldız