Herkese yeni bir yazıyla tekrardan merhaba. Serinin bu bölümünü geçen hafta atacaktım ama bir durdum. Üşengeçlikten değil, sadece bu yazıdaki konuları iyice sindirmek için biraz beklemek istedim. Ve iyi ki de beklemişim.
Yoğun bir haftadan sonra müziğime ve editörüme kavuştuğum için çok mutlu ve huzurluyum. Eğer çok müzik dinleyen biriyseniz ne demek istediğimi çok iyi anlamış olmanız gerek. Bunun yanında dolu dolu geçen günlerin analizini ve duygusunu sonunda yazıya dökebilmek, çok rahatlatıcı olacak benim için.
“Yahu sen kendine meşgale arayan bir tip değil miydin, ne ara bu kadar yoğun bir haftaya girdin?” diyenler çok olacak, eminim. İnanın benim için de hızlı ve garip oldu :D. O halde daha fazla bekletmeden deneyimlerimi baştan sona bir güzel dökeyim.
Bölüm 1: Zaman Görecelidir
Yaklaşık 2 hafta öncesine kadar deliler gibi oyun oynamıştım çünkü nefes alacak vaktimin olmayacağını seziyor gibiydim. 10 Ekim Pazar gecesine kadar kendimi olabildiğince şarj etmeye çalışıyordum. Ve 11 Ekim Pazartesi günü koşu yarışı benim için başlamıştı. Okul açılmıştı ve okulun açılmasıyla beraber okulumun Grafik Tasarımı Kulübü’nü tanıtmam için stant oluşturmam gerekiyordu. Neyse ki başka yapmam gereken bir şey yoktu. Fakat uzun bir aradan sonra otobüs ve metroyla haşır neşir olmak bir yol yorgunluğu yaratıyordu. Sabah saatlerinden, akşam saatlerine kadar hem stantta hem de atölyedeki ilk derslerime girmem gerekiyordu. Fakat bu tatlı koşuşturma hoşuma da gitmişti.
Bir hafta boyunca sürekli okuldaydım. Bu süre zarfında küçük deneyimler de edindim ve bu yazı aslında onların üzerine olacak daha çok. Daha sonrasında bu koşuşturmanın üzerine bir de 42İstanbul eklendi. Ve o andan itibaren belki de en yoğun dönemlerimi yaşamaya başladım. Yetişmem gereken birden fazla yer, iş ve insan vardı. Fakat sorun şu ki, zaman, diğer yazılarımda dile getirdiğimden de kısaydı. Uykum geldiğinde adeta müsabakada kaybeden sporcular gibi havaya doğru bakıp, kendimi yatağa atıyordum. Kısa bir uykuyla sabah 6’dan gece 1’e kadar bu maraton devam ediyordu. İlk etapta bu heyecan güzel geliyordu. Zaman yönetme becerilerim daha da gelişti bu süreçte fakat çok yorulmam, doğru bir şeyler yaptığım anlamına mı geliyordu?
Metroda ve otobüste belki de en çok bunu düşündüm. Çünkü yaptığım şeylerin doğru olup olmadığını kendimce teyit etmezsem, gereğinden fazla zaman kaybedebilirdim ilerde. Yaşıtlarıma nazaran bir tık fazla deneyim sahibi olmam da belki de bu yüzdendir. Tabii bu “deneyim” ölçütü kişiden kişiye değişir. Bitiş noktasında bir şey görmediğim, bana bir şey katmayan konularda çabalamak, bana anlamsız geliyor. Kısacası yapmak istemediğimi yapmıyorum.
Sürekli kendimi başka yerlerde aramaya çalışıyorum. Ve her gittiğim yoldan almak istediğimi alıp diğer bir yolu deniyorum. Birkaç yazı öncesinde de bahsetmiştim. Hayat benim için düz bir yol değil, düğümlerden oluşan bir serüven. Ve bu düğümler farklı yerlerde. Çöze çöze ilerlemeye çalışıyorum. “Doğru” düğümü çözmek için uğraştığımı doğruladığımda, zamanın pek de önemi olmuyor şahsen. Çünkü bir şekilde oturuyor süreç yerine.
Bölüm 2: Sahada Oynamak
Birkaç düğümü de bu iki hafta içerisinde çözdüm. Peki bu düğümler neleri içeriyordu? Zorlukları nelerdi? Biraz bahsedeyim.
İletişim kurmayı seven biriyim, insanlarla konuşmayı ve onları incelemeyi çok severim. Ortaokul yıllarımda biraz çekingen olsam da liseden itibaren konuşurken çekindiğimi hiç hatırlamıyorum. Fakat sorun şurdaydı ki pandemiyle beraber bu iletişim kanalı hep sanaldı. Sanaldaki iletişimi anlamak, bu kanala yönelik çözümler üretmeye çalışmak ve bağlantılar kurmak farklı ve güzel deneyimler kazandırdı bana uzun bir süre boyunca. Ama yaklaşık 1 ay önce bunun doyum noktasına geldiğini hisseder olmuştum. Bu yüzden okulun açılmasını bekliyor ve yüz yüze iş yapabileceğim yerler arıyordum. Mikro ve makro ifadelerle çalışmayı, insanları daha farklı açılardan incelemeyi istiyordum. Dileğim de gerçekleşti çok şükür :D.
Okulda birden fazla kişiyle iletişime girmeye çalıştım ve belki de en çok hoşuma giden şey, okuldaki yabancılarla konuşmaktı. İngilizce bildiğimi biliyordum fakat ne kadar konuşabildiğimi hiç ama hiç bilmiyordum. Çünkü İngilizce konuşma pratiği yapabileceğim ortamım pek yoktu. Okul ile beraber hem Arapça hem de İngilizce konuşmam gerektiği zamanlar oldu ve olmaya devam ediyor. Bu sayede kendimi nerelerde geliştirmem gerektiğini daha rahat görebiliyorum.
Peki ya iletişime neden bu kadar önem veriyorum? Çok basit. Kendimi tasarım alanında geliştirmek için iletişim becerimleri olabildiğince fazla geliştirmem gerekiyor ki, mesajımı daha iyi tasarlayabileyim. Genci yaşlısı demeden her insanla konuşuyorum. Bazen gözlerinin içine uzun uzun bakıyorum. Farklı hayat hikayeleri, farklı anılar ve hisler biriktiriyorum. Kendisini sadece araç kullanımında geliştirip, tasarımcıyım diye gezinenleri de ufaktan bi’ dış dünyaya çağırayım bu safhada. Burada su güzel, gelin :D.
Bölüm 3: Algıları Genişletmek
Böyle ahkam kesiyorum gibi görünebilir fakat daha öncesinde keşfetmem gereken şeyleri ben de daha yeni yeni keşfedebildim. Tamer Hoca’mın da dediği gibi farklı olmaya çabalamak, kimi zaman pazarda elma satabilmek gerekiyor bir noktada. Farklı olmak demişken, farklı olabilmek için de bazı bariyerleri kırmak ve belki de sürekli yaptığımız şeylere bazen daha farklı bakmak gerekiyor.
Normalde hızlı yürüyen birisiyimdir. Direkt hedefine ulaşması gereken bir robot gibi yürüdüğüm de oluyor :D. Ama son 2 haftadır o kadar yavaş yürüyordum ki, anlatamam. Çünkü her gün geçtiğim yollara daha dikkatli bakmak istedim. Bu yüzden çoğu zaman erken çıktım yola. Kaldırımda yürüyen her insanı tek tek inceledim. Metroda sessizce oturanları, plazalarda koşuşturan iş insanlarını… Sadece insanlar değil, tüm fontları, tüm renkleri, tüm tasarımsal hataları da incelemeye çalıştım. Normalde de yapıyordum fakat bunu 5 katına çıkarmaya çalıştım. Bir süre sonra bu tür incelemeleri istem dışı yaptığımı farkettim.
Peki bu egzersiz bana ne kazandırdı? Bir şeylere odaklanma ve detayları daha hızlı görebilme süremi arttırdı diyebilirim. Bazen bu egzersizi çevremdekilere de öneriyorum fakat konsepti yanlış anlayan birileri elbet çıkıyor :D. Kardeşim, ona buna sapık gibi bakıp, etrafa bakınırken de “aaa bu Times New Roman değil miii” diye haykırmayın yahu :D. Kafanızın içinde olabildiğince hızlıca yapmaya çalışın bu egzersizi.
Bu egzersiz dahil, grafik tasarımı bölümüne yeni başlayacak öğrencilere yönelik birkaç şey yazmayı da planlıyordum fakat gelip zorlukları kendileri tecrübe ederlerse daha iyi olur diye düşündüm. Çünkü her ne kadar algısal şeylerden bahsettiğim için kişi kendince bunu keşfetmediği ve deneyimlemediği sürece anlamayacaktır.
Bölüm 4: Grafik Tasarımı Cehennemi
Bu başlığı nedense çok içimden gelerek attım. Çünkü tam anlamıyla bir cehennem bu alan. Peki ne anlamda? Niçin? Neden?
Sanatçı ruhlu arkadaşlar, grafik tasarımını çiçekli böcekli bir cennet olarak tasvir edebiliyorlar bazen fakat hem bu yıl derste üzerine durduğumuz konular olsun, hem de Helvetica belgesi olsun bu alanın cennet olmadığını biraz daha görür oldum. Belki de hayatınızda sırf “bilinen” bir font diye Helvetica’yı bir şekilde kullanmışsınızdır fakat belgeselde birbirine giren bir sürü tasarımcı görüyorsunuz. Helvetica kullanımının doğru olduğunu savunan modernist tasarımcılardan, dünyada bu fontun var olmasını istemeyecek tasarımcılara kadar birçok isim var. Ve herkes kendince haklı. Genel bir bakış attığınızda ise Helvetica’nın varlığı, nasıl da sağlam bir ses getirmiş diyebiliyorsunuz.
Sadece bu belgesel de değil, bu alanda birçok örnek görmeniz mümkün. Bir şey tasarladığınızda bir diğer tasarımcının çalışmasına benzememesi gerekiyor. Bu yüzden yeni bir şeyler aramak ve yapmak zorundasınız. Bu zorunluluklar beraberinde çatışmalar ve fikir patlamaları getiriyor. Eğer herkes tek bir şeyde hemfikir olsaydı, grafik tasarımı yüksek ihtimal bugünkü konumuna gelemeyecekti. Patlamaların, savaşların ve sınırların olduğu bu alan cehennem değildir de nedir?
Peki ya neden cehenneme benzettim veya bu başlığı atarken neden inatla bu tabiri kullandım? 42İstanbul serüvenime ilk başladığımda eski öğrencilerden birinin rehberinde yazdığı bir söze denk geldim.
If you’re going through hell, keep going. ― Winston Churchill
Ve nedense hoşuma gitti bu söz. Tabii bu sözün neden bu rehberde yazdığını ilerleyen başlıklarda açıklayacağım.
Bölüm 5: Zıtlıklardan Doğmak
Biraz önce bahsettiğim cehennem tasvirinin en yakın bir diğer örneği de Apple etkinliği olabilir sanırım. Yeni MacBook’ların tasarımına baktığınızda alt kasanın çok eski bir tasarım olduğunu ve ekran kısmının daha modern olduğunu görebilirsiniz. Bununla beraber minimalizm kafasından çıkmış giriş noktası sayısı da dikkat çekiyor. Şahsen kasayı fiziksel olarak görmeyi çok istiyorum çünkü bu şekilde sanal olarak görmek biraz garip geliyor. Hala daha alışamadım tasarıma çünkü. Ama kasayı ilk gösterdiklerinde “bu adamlar manyak” dedim direkt. Tasarımsal anlamda gerçekten güzel bir hamle yaptılar. Her ne kadar yeni tasarımdan uzun uzun bahsetmeseler de diğer rakip firmalarda çalışan tasarımcılar gerekli mesajı aldılar diye düşünüyorum :D. Ek olarak garip garip bakan biz kullanıcılar varız tabii.
Bölüm 6: Yarış
Tasarımcılar ve firmalar birbiriyle hep yarışıyor fakat bu yarışı izlerken kendimiz de ayrı bir yarıştayız. Bu bir gerçek. Ve bu başlığı bulabilmek için ben de zamanla ve fikirlerimle yarıştım.
Sürekli bir koşuşturma ve sürekli bir yarış içindeyiz. Bu yarışa kimi zaman kendimiz giriyoruz, kimi zaman da birileri bizi sokuyor. Bir de üstüne farklı dünyaların cehenneminde koşuşturmaya çalıştığımız şu dönemlerde bir yeni cehennemi tanıtayım size: 42İstanbul.
42İstanbul’u, uluslararası bir yazılım okulu gibi düşünebilirsiniz. Fakat bu okulda hoca yok, sizden bir ücret istenmiyor ve size iş imkanı sunuyor? Peki ya nasıl oluyor bu? Böyle bir konsept nasıl var olabilir? Detaylı bilgileri internette bolca bulabilirsiniz fakat kendi deneyimimi kısaca yazmak istedim bu yazıda.
İlk başta küçük bir sınava girdim ve daha sonrasında küçük bir toplantı ile konsept anlatıldı. Kayıt için okula gittim ve kampüse aşık oldum. Çok güzel tasarlanmış bir yerdi. Gerek camların üzerindeki baskılar gerek mimari dokunuşlar çok hoştu. Ve burada çalışmak için sabırsızlandım. Pazartesi günününden beri sanırım 2 kere gittim. Ve burada günde 10 saate yakın hatta daha fazla zaman geçirmiş olabilirim. Ama 2 gün içerisinde yaşadığım şeyler resmen 1 hafta gibi geldi. Çünkü burası gerçekten zor bir okul. Konular çok basit. C ve Shell. Ama sorulan sorular, zamana karşı yarışınız, yol, sosyal yaşam ve diğer birçok küçük etmen sizi adeta bir sıkıştırma makinesi gibi ezmeye başlıyor. Ve buna karşı koymak için çok çalışmanız gerekiyor.
Konular basit dedim. Evet konular çok basit. Fakat sabah akşam Shell kullanan birisinin ilk etapta direkt anlayamacağı soruları görünce burada gerçekten farklı bir konsept döndüğünü anladım. Eğer programlamaya yeni başlayan biri olsaydım, zorlansam bile her gün giderdim sanırım. Çünkü stres altında öğrenmeye çalıştığınızda sanırım daha çok öğreniyorsunuz gibisinden garip bir deneyim yaşadım. Ve burada sadece gelip kendiniz çalışmıyorsunuz. Sağınızdaki ve solunuzdaki arkadaşlarınıza da yardım etmeniz gerekiyor. Bu yüzden eğer buraya katılacaksınız hemen hemen tüm gününüzü ve odağınızı buraya vermeniz gerekiyor veya zamanlamanızı çok iyi ayarlamanız gerekiyor.
Zor. Fakat bu zorlu süreçte çok güzel insanlarla tanışıyorsunuz. Hızlıca girdiğiniz iletişimler ve dinlediğiniz hayat hikayeleri, eğer bir tasarımcıysanız 2 kat daha fazla hoşunuza gidiyor. Sadece oturup yan arkadaşınızı çizesiniz geliyo. Herkesin birbirine yardım etmesi ve o atmosfer keşke hayatımızın her köşesinde olabilse diyorsunuz.
AMA ben artık bu ailenin bir parçası olamayacağım. Uyumaya dahi zamanımın kalmaması, yol yorgunluğu ve zaten hali hazırda oturmuş temelimi yeniden inşa etmeye çalışmak ciddi bir yük oluyordu benim için. Grafik tasarımında gördüğümüz derslere yeteri odağı veremeyeceğim için de biraz endişelendim açıkçası. Not kasmak için değil, gerçekten güzel konular üzerine duracak ve atölye çalışmaları yapacaktık. Buna yeteri kadar zaman ayıramayacak olmak hayatımdaki en keskin “keşke yapmasaydım”lardan olabilirdi. 3 günlük deneyimim bile bana çok şey kattı ve çözmem gereken bir düğümü de burada çözdüm.
Daha hızlı öğrenmeyi, stres altında kendimi daha fazla kontrol edebilmeyi, bazı teknik konulara daha farklı açıdan bakabilmeyi ve zamanı daha çok yönetebilmeyi öğrendim. Bu deneyimi siz de kesinlikle yaşamalısınız.
Bölüm 7: Beğendiklerim
Makaleler
- How to create a moodboard? - Peter Javorkai
- Interaction design is more than just user flows and clicks - Richard Yang
- How to choose your first design gig: startup, corporate, or freelance? - Alexis Collado
- 10 Directions to Take Your UX Career - Danny Sapio
- What’s a digital product designer? - Rubens Cantuni
Filmler ve Belgeseller
- Source Code (2011) - #aksiyon #dram #gizem
- Gone Girl (2014) - #dram #gizem #gerilim
- Helvetica (2007) - #belgesel
Videolar
- HAMBURGER - Olmaz Öyle Gastronomi - Sinan Büdeyri - B03 - Flu Tv
- Celebrating Steve - October 5 - Apple
Müzikler
Pinterest Pinleri
Bölüm 8: Kapanış
Ben Ömer Ayyıldız ve bu yazımın da sonuna geldiniz. Umarım bu kadar uzun bir yazıdan kendinizden bir parça bulabilmişsinizdir, aksi takdirde zaman kaybı olabilir :D.
Henüz gelişmekte olan bir tasarımcıyım, hata ve sürçülisan ettiysem affola.
Kendinize ve sağlığınıza çok dikkat edin!
Sevgilerimle,
Ömer Ayyıldız